Atıf
Yılmaz Batıbeki’nin 1966 yılında yönettiği “Ah Güzel İstanbul” [jenerikteki
adıyla Aaaah… Güzel İstanbul!] filmi İstanbul’da geçen bir dayanışmanın ve
maziye duyulan özlemin hikâyesidir. Yapımcı Nusret İkbal’in sahibi olduğu Be-Ya
Film yapımevi adına çekilen filmin senaryosu, Safa Önal ve Ayşe Şasa tarafından
yazılmıştır.
Nusret İkbal (Yapımcı) Atıf Yılmaz (Yönetmen)
Filmde
eski güngörmüşlerden, eski İstanbul efendisi, şimdiki sokak fotoğrafçısı Haşmet
İbriktaroğlu ile, artist olmak için ailesini terk edip İstanbul’a gelen, fuhuşa
sürüklenen, daha sonra Haşmet tarafından kurtarılan, saf genç kız Ayşe’nin
serüvenleri anlatılır.
Bimen
Şen’in, “Al Sazını Sen Sevdiceğim Şen Hevesinle” adlı sultaniyegâh şarkısı
eşliğinde, Boğaz, Rumeli Hisarı, lebiderya yalılar, köşkler, camiler, şehir
hatları vapurlarının görüntüleriyle başlayan film, geçmiş İstanbul’a, mazide
kalan şehre bir güzellemedir.
Dünün
beyzâdesi bugünün seyyar fotoğrafçısı Haşmet İbriktaroğlu, Beylerbeyi’nden
Boğaz’a bakarak, “Aaah… güzel İstanbul! Nasıl da bozulmamış o bin yıllık
güzelliğin. Ey, canım Boğaziçi! Bir zamanlar dedelerimiz de içlenmiş bu
güzelliğinin karşısında… Atalarımız da geçmiş bu sulardan mağrur ve akıncı...”
diyerek kaybedilen bir medeniyeti ve ondan kalan güzellikleri hatırlar. Haşmet,
geçmişte kalan, yitirilen İstanbul’un güzelliklerini gönlünde yaşatır.
İstanbul, dostluk, ahbaplık, komşuluk ilişkilerini henüz kaybetmemiştir. İnsanlar
sokakta karşılaştıklarında birbirlerine selâm vermektedir.
Beylerbeyi’nde bir yalıda doğan e
büyüyen beyzâde Haşmet’in babası içki düşkünlüğü nedeniyle ailesinden kalan hanları
ve köşkü satmıştır. Haşmet de girdiği ticaret işinde başarısızlığa uğrayarak
iflas etmiş ve paşa dedesinden miras kalan yalıyı satmak zorunda kalmıştır. Çalışmayı fazla
sevmemesi, kendi başına buyruk yaşamak istemesi, beceriksizliği ve içki yüzünden bütün servetini
kaybetmiş, yoksullaşmıştır. Ailesinin şöhreti hâlâ yaşasa da varlıklı dostları
arayıp sormaz. Haşmet, sattığı yalının yanına kurduğu derme çatma gecekondu-kulübede
tek başına yaşamaktadır.
Tek eğlencesi mahalledeki dostlarıyla akşamları meyhanede bir araya gelmektir. ‘Kulübe-yi Ahzân’ dediği gecekondusu,
büyük gelen paltosu, fötr şapkası, daima yanında taşıdığı şemsiyesi, boyun
atkısı, ağzından düşürmediği sigarası ve nüktedan konuşmasıyla kendine has bir
asalet taşıyan Haşmet tam bir eski zaman insanıdır. Bu yönüyle
yaşadığı çağa ve çevreye uyum halinde değildir.
Haşmet,
sabahları “Gündüz çorbacı-gece meyhaneci Rıfkı”nın yerinde çorbasını içer,
mahallenin kasabı, bakkalı, balıkçısı, kahvelerde oturanlar ve sokakta
rastlaştığı ahbaplarıyla selâmlaştıktan sonra Beylerbeyi iskelesinden vapura
biner, İstanbul’a çalışmaya gider. Aile yadigarı ayaklı makinesiyle seyyar
fotoğrafçılık yapar.
Karlı bir
günde, Sultanahmet meydanında çalışırken, artist olmak için ailesini terk
ederek İstanbul’a gelen gencecik Ayşe ile tanışır. Sultanahmet o tarihlerde
bugüne göre daha tenhadır; çevre düzenlemesinin henüz tamamlanmadığı görülen meydanın
etrafında tek tük yapılar göze çarpar.
Haşmet kalender, yardımsever ve
şefkatli bir insandır. Fotoğraflarını çektiği kişilerle tanışır, sohbet eder.
Ayşe de
bunlardan biridir. Artistik fotoğraf çektirmek için gelen Ayşe’ye adıyla hitap
etmek için önce adını sorar. Ayşe İzmirli kalabalık bir işçi
ailesinin çocuğudur. Artist olma hevesiyle ağabeyinin parasını çalıp İstanbul’a
gelmiştir. Kendisinin yetenekli olduğunu, yarışmayı kazandıktan sonra kısa
zamanda artist olacağını hayal eder. Oğuz Baranlı adında bir filmcinin
kendisini artist yapacağını, hatta kalacak yeri olmadığı için pansiyonunda bir
oda tahsis ettiğini söyler. Haşmet, akşam aktör arkadaşından Oğuz Boranlı’yı
sorar. Figüran bürosu adı altında kadın ticareti yaptığını öğrenince Ayşe’ye
yardım etmeye karar verir. Fotoğraf makinesinin karşısında taburede akrobatik
artist pozları veren, bilgisizliği ve kaba güzelliği ile samimiyeti ve
sevimliliği kişiliğinde biraraya getiren Ayşe’ye ilgi duyar. Onun şöhret olmak için harcanıp
kaybolan kızlardan biri olmasına gönlü elvermez. Fakat ona yardım etmek
isterken hayatı altüst olur. Randevuevinde polisin yaptığı baskında basılır.
Karakolda komiserden azar işitir.
Ayşe, mazisiyle bugünü arasında sıkışmış, hayata karşı ümitlerini tüketmiş yalnız Haşmet için yeni bir pencere olur. Ayşe, Haşmet’in yeknesak hayatını değiştirir, onu yeniden hayata bağlar Ayşe’ye ilgi duyan Haşmet, aralarındaki yaş, ‘içtimaî mevki’ ve kültür farkına rağmen Ayşe’ye âşık olmuştur.
Çağdaş bir şehir masalı havasında hem komik hem hazin bir film olan “Ah Güzel İstanbul”, seyirciye nostaljik bir tat verir. Geneline hakim olan sıcaklığı, içtenliği ve buruk tonuyla gözleri buğulandırır. Zaman zaman bir şiir duyarlılığa bürünen filmde hümor ögesi ustalıkla kullanılmaktadır. İstanbul’un, özellikle Boğaz’ın değişik görünümler alan havası ve hüznü filmin iki yalnız ruhuna ilaç olur.
Filmin
fonunda zaman zaman puslu, isli, karlı haliyle hep İstanbul vardır. Görüntü
yönetmeni Gani Turanlı’nın kaydettiği temiz siyah-beyaz görüntülere klasik Türk
müziğinden örnek icralar eşlik eder. Filmde tasvir edilen İstanbul, artık eski
zamanlardaki gibi değildir. Ama teslim bayrağını da tam çekmemiştir. Filmde
çevre, olayla tam bir uyum içindedir. Büyük kent hikâyeye katılır. Öyle ki,
şehir olmasa, mahalle esnafı, Boğaz, vapurlar ve vapur düdükleri, Beylerbeyi, Sultanahmet
Meydanı, Sarayburnu olmasa, onların yerine en uygun dekor bile kurulsa olay
aynı canlılığı kazanamaz. Sevimli karakterleri, müziği, Boğaz, Sultanahmet,
Beylerbeyi gibi 1960’lı yılların İstanbul’undan manzaralarıyla film, seyircide
mazide kalan güzelliklere duyulan özlem duygusunu uyandırır.
Yönetmen Atıf Yılmaz’ın ilgi çekici işlerinden biri
olan “Ah Güzel İstanbul”, sinemamızda ATÜT, Halk Sineması, Ulusal Sinema gibi
tartışmalarının yapıldığı dönemde çekilmiştir. Filmde, bu tartışmaların yansımaları
görülür. Filmde kısa zamanda şöhret olma hayallerinin toplumda açtığı yaralara,
özümsenmemiş bir batılı olma isteğinin körü körüne yapılan bir taklitçilik
olduğuna, Ayşe’nin karşılaştığı kendi kaynaklarından kopmuş, dejenere olmuş
burjuvazi çevresine ve züppeleşmiş aydınlara dair tespitler yapılır.
O
devrin meşhur oyuncusu Jean Seberg’i andıran genç Ayla Algan, bu ilk başrol
oyunculuğunda artist olmak için evden kaçmış, kötü yola düşmüş zamane kızını
başarıyla canlandırıyor. Haşmet rolündeki tecrübeli oyuncu Sadri Alışık ise,
nostaljiyi özlem olmaktan çıkarıp, kendi hayatına geçirmiş, eski zaman
zarafetini bilen beyzâde kompozisyonunu yaratır. Birbiriyle uyumlu oynayan iki
oyuncuya Danyal Topatan, Feridun Çölgeçen, Diclehan Baban, İhsan Yüce, Bilge
Zobu, Handan Adalı gibi devrin tecrübeli oyuncuları da eşlik ediyor.
“Ah Güzel İstanbul”, 1967’de İtalya’nın
Bordighera kasabasında tertip edilen Uluslararası 10. Güldürü Filmleri
Festivali’nde kara komedi olarak ilgi çekmiş ve jüri özel armağanı olan Gümüş
Ağaç ödülünü kazanmıştır.